Televizyon tarihinin en önemli, en büyük ölçekli yapımlarını düşündüğümüzde akla ilk gelecek dizilerden biri şüphesiz Game of Thrones olacaktır. Her ne kadar son birkaç sezonu ile sevenlerini tam anlamıyla tatmin edememiş olsa da George R. R. Martin’in aynı isimli roman serisinden televizyona uyarlanan Game of Thrones, belki de Yüzüklerin Efendisi – The Lord of the Rings üçlemesinden bu yana, hareketli görüntüler aracılığıyla anlatılmış en büyük fantastik hikâyeydi. HBO’nun çatısı altında hayata geçirilen bu projenin başarısına, HBO’nun en büyük rakibi olarak gösterebileceğimiz Netflix‘in fantastik diziler bazında bir karşılık vermediğini görmüştük geçtiğimiz yıllarda. Game of Thrones’un sona ermesinin ardından Netflix, bu janradaki ilk ağır topunu sahaya sürüyor: The Witcher.
The Witcher da tıpkı Game of Thrones gibi bir edebiyat uyarlaması. Andrzej Sapkowski’nin roman serisi daha önce çok başarılı video oyunlarına da kaynaklık etmişti. Bu bağlamda The Witcher’ın yayına hayatına başladığı anda rakibinin o zamanki durumuna göre daha avantajlı olduğu söylenebilir. Benzer şekilde dizinin başrolünde son derece tanınan bir isim, beyazperdenin son Süperman’i Henry Cavill var. Yani The Witcher’ın beklenen etkiyi yaratabilmesi için tüm şartlar mevcut gibi görünüyor.
The Witcher 1. Sezon İlk 5 Bölüm İncelemesi
Dizinin adı, Henry Cavill’in canlandırdığı ana karakter Rivyalı Geralt’ın özelliklerinden ve mesleğinden geliyor. Cadıların, büyücülerin, cinlerin kol gezdiği fantastik bir dünyada belirli bir ücret karşılığında canavarı öldüren Geralt, aynı zamanda bir mutant. Dünyadaki sayıları oldukça az olan Witcher’lar, doğal yollarda değil, bir tür simyagerlik faaliyeti sonrasında normal bir insana göre çok daha hızlı ve güçlü hâle gelmesinin yanında hızlı iyileşme, duyularının keskinleşmesi ve hayatının uzaması gibi özellikler kazanıyor. Geralt, başına buyruk, kimseden emir almayan ne isterse onu yapan bir karakter. The Witcher 1. sezon 1. bölümün açılış sekansında onu devasa bir örümceği andıran bir canavarı öldürürken izliyoruz. Dizinin karanlık ve fantastik atmosferini seyirciye yaratmak adına sonra derece başarılı bir şekilde tasarlanmış bu sekansın ardından, çok karakterli, birçok farklı olay akışının birbirine karışarak ilerlediği bir anlatının içinde buluyoruz kendimizi.
The Witcher’ın geçtiği dünya, fantastik anlatılara aşina olanlara çok yabancı gelmeyecek olsa bile, kendi kuralları, ırkları, karakterleri, yaratıkları, inanışları olan bir dünya. Özellikle ilk iki bölüm bu dünyanın detaylarını seyirciye sunarken fazla kafa karıştırıcı ve dağınık olabilme riskini taşıyor. Hangi karakterin kime, neye, neden hizmet ettiğinin tam olarak kavramanın zor olduğunu bölümlerin ardından, diğer karakterlerin yavaş yavaş anlatıda kapladığı yerlerin artmasıyla taşlar yerine oturmaya başlıyor. Anlatıda Geralt dışında iki ana karakter var. Bunlardan biri ailesinin hükmettiği topraklar düşmanlarca ele geçirilince büyükleri tarafından Geralt’ı bulması öğütlenen ve motivasyonunu buradan alan Ciri; diğeri ise bir tür cadı olarak niteleyebileceğimiz ve birincil motivasyonu içinde bulunduğu şartlar altında olabildiğince çok güç elde etmek olan Yennefer. Bu iki karakterin ulaşmak istedikleri hedef üç aşağı beş yukarı belli iken, anlatının merkezindeki Geralt’ın, karakterin özellikleri gereği belirgin bir motivasyonunun olmaması karakterinin peşinden hikâyenin de oradan oraya savrulmasına neden oluyor bir miktar. Lakin bu karakterin özelliklerinin belirginleşmesi, olayların geçtiği dünyanın dinamiklerinin yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla anlatının da ayakları beşinci bölümün sonu itibarıyla yere basmaya başlıyor.
Her ne kadar Kıta (The Continent) olarak bilinen bu dünya, canavarlar, iksirler ya da büyüler gibi fantastik unsurlarla bezeli olsa da, burada geçen olayların gidişatı daha ziyade insanların yaptıkları üzerinden şekilleniyor. İnsanların gücü, iktidarı, maddi olanakları, toprak parçalarını ele geçirmek adına attıkları adımlar The Witcher’ın dünyasının karanlık tonunu veren birincil etmen. İnsanın içindeki kötülüğü dışa vuran karanlık anlatı, dizinin görsel diliyle de destekleniyor büyük ölçüde. Karanlık, gölgelerin hâkim olduğu görsel dil, The Witcher’ı içerdiği karakterlerin özellikleriyle de birleşince zaman zaman gotik bir korku anlatısına da yaklaştırıyor. Bu karanlık atmosfer, dizinin içerdiği grafik şiddetle gerçekçi bir ton da kazanıyor. Netflix’in bu anlamda şu ana kadarki en cüretkâr işlerinin başında gelen The Witcher, tüm bunların bir araya gelmesiyle anlattığı dünyanın pisliğini, tavizsiz ve merhametsiz bir biçimde seyirciye geçiriyor diyebiliriz. Lakin Geralt’ın yolculuğu sırasında karşılaştığı ve bir şekilde arkadaşı olduğu ozan Jaskier’in ekranda göründüğü anlar, bu karakterin dizinin genel tonunun oldukça dışında, mizahi ve yer yer karikatürize bir şekilde çizilmiş olması, The Witcher’ın belki de en güçlü yanı olan karanlık atmosferine ciddi anlamda zarar veriyor.
İlk beş bölüm itibarıyla The Witcher’ın olay örgüsüne ya da karakterlerin geçirdikleri gelişimlere, dönüşümlere dair bir şey söyleyip, diziyi bu noktadan ele almak imkânsız. Çünkü anlatının tam anlamıyla rayına oturması beşinci bölümün sonunu buluyor. Kaldı ki şimdiden ikinci sezon onayını alan dizinin hikâyesi belli ki geniş bir zaman aralığında anlatılacak. Ama iyi çekilmiş savaş ve dövüş sahneleri ile görüntü yönetimi ve müzik kullanımı gibi teknik detaylar sayesinde tutarlı ve karanlık bir atmosfer kurduğu pekâlâ söylenebilir. En başta içine girilmesi zor olan anlatının detayları yavaş yavaş açıldıkça, gelecek bölümlerin ne vadettiğine dair merak duygusu da doğmaya başlıyor. Böylelikle tam da bir Netflix dizisinden bekleneceği üzere -olumlu ya da olumsuz şekilde- seyirciyi peşinden sürüklemeyi başarıyor. Lakin henüz The Witcher’ın geneli ya da televizyon tarihinde tutacağı yer hakkında fikir yürütmek için çok erken.
0 yorum